Olanca kalabalığına, keşmekeş trafiğine, yer bulamadığın mekanlarına, yer bulduğun için kendini şanslı saydığın metrobüslerine, yürümekte bazen zorlandığın sokaklarına rağmen bir sihri var bu şehrin. Belki de o sihir sayesinde vazgeçilmez oluyor ve o sihir sayesinde insanı mıknatıs gibi kendine çekiyor.
Şehire çok gelen sihir, görünmez bir adam eliyle de bazılarına daha başka dokunup daha çok büyülüyor. Ben de o değneğin ucundan da olsa nasibini alanlardanım ve bu yüzden İstanbul'a her gidişimde kalbim ayrı atıyor. Bunu geçmişte mekik dokuduğum Ataşehir-Bağcılar rotası da değiştirmemişti, son gittiğimde çileye dönüşen Sultanbeyli-Üsküdar yolculuğum da etki etmedi. :o
Sanırım ben İstanbul'da kendimden çok parça buluyorum. Orada hayallerimi büyütüyorum. Okyanusta minicik bir damla oluşumu ve bir gün belki dalga da olurum çabasını seviyorum. Kaybolduğum sokaklarında bir şeyler keşfedip, böyle cennet köşelerinden ve albenisinden ilham alıyorum. Ve en nihayetinde yine tası tarağı toplayıp burada yaşama düşlerine kapılıyorum.
Geçtiğimiz haftasonu yine bu hayallerle yine İstanbul'da geçti. Cumartesi rotamızda bizi lezzete, yeşile ve denize doyuran Emirgan vardı. Bunların hepsine doyduğun, bir de çok sevdiğin arkadaşlarınla olduğun gün kötü olur mu... Elbette değildi.
Bir güne maksimum ne sığdırılır hırsımı da o günlük görmezden geldim. Zira ne kadar çırpınırsam çırpınayım, hele bir de cumartesi günü 'seni yeneceğim İstanbul' diyemeyecektim. :O :) Oradan oraya koşturmayı boşverdim, onun yerine günü bol arkadaşlı ve bol kahkahalı geçirdim. Ve zaten sırf o arkadaşlar bile başlı başına İstanbul'u çok ama çok sevme sebebim. <3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder